27-28 Haziran’da YKS’ye girecek üniversite adaylarımızdan mezunların bir kısmıyla 12. sınıf öğrencilerimiz “Z Kuşağı”nın mensupları; yani en küçüğü 18 yaşında. Dolayısıyla her biri hayatın gerçeklerini, ülkemizin sorunlarını tartışabilecek yeterlilikte. Bu nedenle adil olmayan, rekabetçi/yarışmacı bir eğitimin yarattığı sonuçları irdeleyen aşağıdaki yazıyı Korona virüsünün felce uğrattığı hazırlık sürecinde yaşadıkları gerçekliği bir de bu açıdan görme olgunluğuyla değerlendireceklerini biliyor, tüm adaylara başarılar diliyorum.
Her ağzını açtığında sınav odaklı bir eğitim sistemini eleştiren Milli Eğitim Bakanı’mızın, Covid-19 olanca gücüyle saldırıp merkezi bir sınavdan vaz geçilmesi için bulunmaz bir fırsat sunmuşken, 20 Haziran’da Liseye Geçiş Sınavı’nı ille de yapacağım diye ter ter tepinmesi nasıl bir ironidir, anlamak mümkün değil. Ama yaklaşık 2,5 milyon üniversite adayının 27-28 Haziran’da gireceği, en az 10 milyon insanı ilgilendiren Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın, pandemi tedbirleri kapsamında önce bir ay geri atıldığı halde sonra tekrar öne alınmasında, turizm aşkı dışında hiçbir kamu yararı ve pedagojik gerekçe olmadığını hepimiz çok iyi anlıyoruz.
Eğitimde nerden baksak net bir biçimde gördüğümüz iki eğilimden biri eğitimi özelleştirme, diğeri dinselleştirme. Bu iki eğilim, hükümet marifetiyle artık tümüyle kurumsallaşma sürecini tamamladı. Birincisi, mali destek ve teşviklerle devlet güvencesine kavuştu; ikincisi, saray direktifleri ve cemaat protokolleriyle hükümet korumasına alındı. Tabi bunlar, çok gürültü koparmasına karşın, eğitimde “sessiz devrim” olarak nitelendi.
Gerçekte devrilen neydi? Bir cümleyle söylemek gerekirse, Cumhuriyet dönüşümlerinin motoru olan eğitim sisteminin halkçı, aydınlanmacı karakteriydi. Bu yazının amacı, işte bu devrilenin yerine inşa edilen sistemin doğurduğu sonuçları bir de ÖSYM’nin YKS verileri üzerinden okumak. Ancak bu okumayı, eğitimin yarışmacı/rekabetçi, eleyici karakteriyle ülkemizin sosyo ekonomik yapısı arasındaki paralelliği üzerinden yapmak.
“Gini”yi biliyorsunuz, bir ülkedeki gelir dağılımının en önemli ölçütlerinden. Ülkenin millî gelirinin nüfusa dağılımındaki eşitliği ya da eşitsizliği gösteriyor. Gini katsayısını ifade eden değer 1’e yaklaştıkça gelir dağılımındaki eşitsizlik artıyor, yani yoksulla varsıl arasında gelir bakımından derin bir uçurum meydana geliyor. Bu katsayı 0’a yaklaştıkça ülkenin gelir dağılımı da eşitliğe yaklaşıyor, yani yoksulla varsıl arasındaki gelir farkı azalıyor. Başka bir deyişle orta sınıf genişliyor, refah tabana yayılıyor.
Ama TÜİK’in araştırmasına göre, ülkemizde en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik nüfusun toplam gelirden aldığı pay yaklaşık olarak % 50; en düşük gelire sahip yüzde 20’lik nüfusun payı ise % 5. Üstelik bu pay her yıl zenginler lehine artarken, fakirler aleyhine azalıyor. Yani toplumun en zengin yüzde 20’sinin geliri en yoksul yüzde 20’sinin gelirinin yaklaşık 10 katı! Gini katsayımız 0,4! Sıfırdan oldukça uzak yani. Dünyada gelir dağılımı en bozuk üç ülkeden biriyiz dersek, durumumuz daha iyi anlaşılacak.
‘Eğitimin gini’sine gelince o, merkezi sınavların test sonuçlarını gösteren ‘standart sapma’dır ki, kısaca açıklamak gerekirse, bir veri grubundaki tek tek verilerin grup ortalamasına uzaklığını gösteren değerdir. Örneğin verileri 14, 15, 16 olan A grubunun ortalaması 15; verilerin ortalamadan tek tek farklarının kareleri toplamını, veri sayısının bir eksiğine bölüp sonucun karekökünü alırsak standart sapmasının 1 olduğunu görürüz. Öte yandan verileri 5, 10, 30 olan B grubunun ortalaması da 15’tir; ama standart sapması 13,4’tür. Veriler düzgün dağıldıkça standart sapma küçülürken, veriler arasındaki fark büyüdükçe standart sapma da büyür. Zenginle fakir arasındaki fark azaldıkça küçülen, açıldıkça büyüyen gini katsayısı gibi!
Ne var ki ekonominin bakanları giniden, eğitim bakanları da standart sapmadan söz etmeyi hiç sevmezler; zira şapka düşer, kel görünür! Bizse bu ikisi arasında son derece diyalektik bir ilişki buluruz. Şöyle ki: Sosyo ekonomik bakımdan avantajlı ailelerin çocukları, ailelerinin bu avantajından dolayı iyi bir eğitim altyapısıyla daha nitelikli okullarda okuma fırsatı buluyorlar ve mezun olduklarında da bu nedenle daha yüksek gelirli kariyerler elde ederek, tıpkı ailelerinde olduğu gibi, sosyo ekonomik avantajlarla kendi çocuklarına aynı olanakları yaratabiliyorlar.Tabi bu çomak sokulası çark, fakir aileler ve onların çocukları için de eğitim ve dolayısıyla sosyo ekonomik bakımdan eşitsizlik üretmeye devam ediyor!
Bunun standart sapmayla ilişkisi yeterince anlaşılmış olmalı. İyi eğitim olanaklarına sahip nüfusun küçük bir kesimi akademik başarıda öne çıkıyor. Geçen yıl YKS’de TYT ve AYT’nin sonuçlarına baktığımızda, gini katsayısının testlerin standart sapmalarına nasıl yansıdığını çok net görebiliyoruz: TYT’de 40 soruluk Türkçe Testi’nde 2260273 adayın ortalama neti 16,179, testin standart sapması 8,74. Aynı oturumun yine 40 soruluk Temel Matematik Testi’nde aynı adayların ortalama neti 5,642, testin standart sapması 7,936. 20 soruluk Fen Bilimleri’nde durum şöyle: Adayların ortalama neti 2,828, testin standart sapması 4,095. Yine 20 soruluk Sosyal Bilimler Testi’nde ortalama net 6,003, standart sapma 4,051.
Bu rakamların ne söylediği çok açık ve meramımızı anlatmaya yetiyor. O nedenle AYT’ye girmiyorum. Değerlerin, tüm derslerde gösterdiği sonuç, standart sapmanın ideal olan 1’e uzaklığıdır!
Eğitimin ginisi dediğimiz ve eşitsizliğin fotoğrafını çeken bu verileri destekleyen başka istatistikler de var: Bütün alanlarda en yüksek puan dilimindeki aday sayısıyla en düşük puan dilimindeki aday sayısı arasındaki fark 20-80’lik Pareto prensibinin farkı kadar açık! En başarılıyla en başarısız arasındaki farkın, en zenginle en fakir arasındaki farkla paralelliğine dikkat! En yukarıdakiler yüzlerle, en aşağıdakiler yüz binlerle ifade ediliyor!
Okul türleri arasındaki başarı farklarına ise hiç girmeyelim. MEB’in tüm yatırım ağırlığını verdiği ve gözü gibi koruyup üstüne titrediği din eğitimi temelli imam hatip liseleri, 14 lise türünün YKS başarı sıralamasında, sondan üçüncüdür; yani gözde okullarda sözde eğitim!
Özetle sevgili üniversite adayı arkadaşlarım, yarından sonra yıllarca içine gömülüp sorular çözerek gelecek sorununuzu halletmeye çalıştığınız o testlerden başınızı kaldırıp olan bitene birkaç adım geriden baktığınızda göreceğiniz Türkiye’mizin eğitim manzarası işte budur!
Siz potansiyel umutlarımızsınız, karamsarlığa yer yok!
Yazının ilk bölümü iki kez yazılmış. Eğitim konusuna gelince;
1980 ile 2000 yılları arasında, uyuşturucu, silah, insan kaçakçılığı gibi kanun dışı yollardan kazanılan büyük paralarla eğitim savaşıyordu. Büyük miktardaki kara para, kültürsüz, eğitimsiz kişilerin ellerinde toplanmış, eğitimli kişiler de bu parayı maaş karşılığı yönetip çoğaltıyorlardı. 2001 seçimlerinden sonra, hızla para el değiştirdi. Önce, Uzanların malları yağmalandı. Yağmalandı dememin nedeni, el konulan varlıklardan hiç birinin hazineye irad olarak kaydedilmesi. Daha sonra KİT satışlarına başlandı. Bu arada da Sayıştay denetimleri devre dışı bırakıldı ya da yok sayıldı. Uzatmayayım, bu yalan düzenine uygun sorgulamayan, bir eski milletvekilinin dediği gibi “Biatsa biat kardeşim.” diyen bir kuşağı alt gelir grubundan yetiştirmek, ülkenin maddi varlıklarını dış güçlere peşkeş çekerek nemalanacak yönetici kuşağı da üst gelir grubu çocuklarından yetiştirmek baştan beri eğitim politikasıydı. Bunda da başarılı oldular; paraları sıfırlayına konu olan otuz milyon için yardım parası olduğuna, Halk Bank genel müdürünün evinden çıkan paraların İmam Hatip yapımı için kullanılacak para olduğuna inanan gençleri sosyal medyada hayret ve dehşetle izledik. Daha da vahimi, FETÖ ile mücadelenin hala devam ettiği söyleniyor ama bu hain FETÖcülerin yurt dışına kaçırdığı en az iki yüz milyar dolardan kimsenin bahsetmesi, bu paranın peşine düşülmemesi. İşte, yirmi yıl uğraşarak istedikleri sadece biat eden bir kuşak yetişti ve sonuçları ortada.
Bu güzel yazına biraz katkım olsun istedim. Güzel yazılarının devamını bekliyorum.
Bu gogle beni çıldırtıyor, ben yazıyorum o değiştiriyor.
Kalemine Sağlık Mustafa.